Uzun Hikâye
Uzun Hikaye 2012 |
Önsöz: Film hakkında detaylı bilgi içerir.
“Mutluluklar hep trenle başlar”
Film Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikâye” adlı kitabından uyarlama, senaristliğini ise Yiğit Güralp üstlenmiş. Kitabı okumadım fakat film araştırdığım kadarıyla “kitabı daha iyi” yorumundan uzak kalmış, bu bence Osman Sınav’ın başarısını gösterir. Şu yaşadığımız kalabalık, kirli ve samimiyetten uzak günümüz dünyasından 2 saatliğine de olsa kaçmayı başardık. Yazı yazmayla haşir neşir olduğum için dikkatimi ilk çeken Remington daktilo oldu. Muhtemelen 1946 öncesi üretilen, el yapımı bu daktiloya Ali’nin ilgisi bana lise yıllarımda sürekli okul yolunda rastladığım kitap büfesinde şapkalı amcayı hatırlattı. Tuğçe Kazaz’ı en son Kampüsistan dizisinde izlemiştim, filmdeki performansını beğendim. Hikâye’ye bütün olarak baktığımda Tuğçe Kazaz en doğru seçimlerden birisi olmuş.
Filmin müzikleri Ulaş Özdemir‘e ait. Filmin arından akılda kalan nadir şeylerden birisi müzikler. O yüzden film müziklerini edinmekte fayda var.
Sapanca benim için çok özel bir yere sahip. Daha önce The Bucket List filmini izleyenler bilir, Sapanca’ya gitmek genelde ölmeden önce yapılması gereken işler listesinde ilk sıralarda yer alır. Doğançay Tren İstasyonu’da Sapanca’da yer alıyor.
Yeşillikler içerisindeki bu istasyon birçok görsel projeye ev sahipliği yapmış. Fransız bir ressam ülkemizi dolaşırken bu istasyona vurulup bir süre Doğançay’da yaşamış hatta. Böylesi güzelliğe sahip bir yer filmde daha güzel aktarılmış, Doğançay durağında epey kaldım. Bulgaryalı Ali’nin oğluna annesini kaçırışını anlatırken bu sahneyi destekleyen ses düzenlemeleri çok başarılıydı. Ancak iki sahnenin birleşiminden ortaya çıkacak anlatımı tek bir sahnede yakalayabildim. Melodika usta işi çıkarmış.
İnsanlara yardım, samimiyet, “tanımadığın insana güvenmek” kısacası özlediğim tüm duyguları bir merhaba’da buldum.
Gözyaşlarımı tutamadığım ilk sahne “bayram” sahnesiydi. Yokluk ve yoksulluk vurgusu bu kadar mı güzel anlatılırdı? Gelecek için yapılan fedakarlıklar, sevdiğinin dudaklarından dökülen her sözü yerine getirmek için hazır bekleyen bir adam, “her şey eskiyebilir, sen eskime”* diyecek kadar sevdiğine sahip çıkan bir kadın, onların bu yüce aşklarının gölgesinde büyüyen bir çocuk. Yıllarca aynı ayakkabıyı giyen ve yırtıldığı için kendi imkanlarıyla tamir etmeye çalışan kadının fedakarlığı günümüze kadar gelemedi değil mi? Hangi tren istasyonunda kaldı? [*replik senarist Yiğit Güralp’e aittir.]
Bayram kavramının “her gün” olmadığını görüp eskiye döndüm tekrar. -Yeni şeylerin- bayramdan bayrama yapıldığı zamanları hatırlarım ben de hayal meyal. Cebinde parası olmadığı halde sadece sevdiği kadın mutlu olsun diye hiç tanımadığı bir esnaftan veresiye manto ve ayakkabı alan adamla, doğmamış çocuğunun geleceği için ağlayarak sarıldığı mantosundan ve ayakkabılarından vazgeçen kadınların olduğu yıllar ne çabuk tükendiler? O insanların yaşadığı hayal kırıklığını “yeninin hevesi kursağında kalan” insanlar anlar.
En önemlisi tükenen yıllarda kaldı “hak ve eşitliği savunmak için” doğmamış çocuklarından vazgeçen insanlar.
Filmin başlarında “saka kuşu” ve “küpe çiçeği” istedi kadın. Saka Kuşu Orhan Veli’den mirastır bana. [güzel kız; sen küçüklüğümde / bahçemizdeki erik ağacının / en yüksek dalına kurduğum / öksenin üstünde dolaşan / saka kuşu kadar / sevimli değilsin.] Şiiri seviyorsanız eğer Küpe Çiçeği’ni (Fuşya) Lale Müldür bırakır avucunuza: seni bekletmektense / oraya taze bir yaprak / koyarım daha iyi. Zihnimde bu kadar şey dolaşırken birisi tuz ekti gözlerime.