Blog

Kalan

Bir yelken öyküsü yer ediyor zihnimde. Sanki öyle tanıştık onunla. Yelken vardı evet. Rüzgâr, deniz, gözleri, yelken. Hatırlıyorum. Gözlerinden geriye kalan her şeyi hatırlıyorum.

Değişken ruh halini yakalamaya çabaladım bir süre sonra vazgeçtim. Olur da bir halini yakalarsam o halinde kalacakmışım gibi hissettim. Oysa kaldığım bir adam vardı. Sert. Üslubu sert adam. Adamın adı neydi?

Bir gün O’nu çocukları severken gördüm. O gün ondan çok iyi bir baba olacağına inandım. Çocukları çok seviyor demiş miydim? Çocukları kıskandığımı kendime itiraf etmedim. Çünkü sevilmek istedim ben. Biraz.

Birkaç satır atlayarak birkaç saniye yutkunarak devam ettim: Vücudumun %80’i mantık. Onu ciddi düşünemiyorum. Sürekli değişken, sürekli neşeli. Hayatı ti’ye alıyor desem yanlış bir ifade olmaz. Çocuklar gibi sevilmek istedim. Sanki turbo sakızlarının kokusu vardı havada. Söylemesin istedim. Belli etsin istedim.

Vücudumun %70’i su.
Boğulsun mantığım!

x o x

Bir yıkılış yer ediyor zihnimde. Sanki zirveyi görmeden düşmüşüm gibi. Zirve vardı evet. Zirve, soğuk, bir başkası. Hatırlıyorum. Zirveden sonraki tüm düşüş hikayemi hatırlıyorum.

Ona dokunamıyorum. Bu aklına gelen ilk anlamıyla değil ama. Doğada bulunması imkansız bir çiçek o ve dikenleri çok sivri. Ne zaman ona yaklaşacak olsam avuçlarım kanadı. Ama ona sorsan yoktan yere uzak der. O yüzden sormayalım ona.

Kaldığı biri olmasaydı onu mutlu ederdim. Hatta şöyle söyleyebilirim, hayatımda en çok onu mutlu ederdim. Ben onun beni tanıdığı gibi değilim aslında. Ben en amiyane tabirle odasında ağlayan palyaço gibiyim. Tek derdim insanların değil onun mutluluğu.

Tepkisiz. Kalan zaman ona olmayan zamanı telafi etmem için yeterli. Kalan zaman kalmamız için var bence.

Vücüdumun %100’ü o.
Boğulsun yokluğun!

yazarın notu: kaldığın yerden git. kalmadığın yerden devam et kalmaya. kal. kalanda kalan sen kal. kimse bilmesin kaldığınızı ama kal. sandalda yalnızsın. arkanda kürek çektiğine inandığın şey kollarını göğsünde kavuşturmuş seni izliyor. küreğin birini o’na ver.

yazarın otu: sevdiğini söyle, yarın ölü doğabilir.

fotoğraf: Murathan Özbek

mirfanK’13
Blog

Mabel Matiz – Yaşım Çocuk

2013’e adım atar atmaz Mabel Matiz’in ikinci albümü Yaşım Çocuk‘a kavuştuk. Bu kavuşma benim için ayrı bir özelliğe sahip. Yaşım Çocuk, Mabel Matiz’in kendi adını taşıyan ilk albümü kadar heyecanla beklediğim bir albüm oldu ve Mabel’in neler yapabileceği konusunda hayal kurmamam gerektiğini kanıtladı. Çünkü Mabel Matiz her zaman beklediğimden daha fazlasını gösterdi, daha fazlasını dinletti. 
Yaşım Çocuk albüm olarak burada yer alıyor, şarkılar ise şöyle:
Mabel Matiz bir şato gibi; ona “merhaba” deyip bir şarkısını açtığınızda yani o büyük şatonun bir odasına girdiğinizde bağımlı oluyorsunuz. Odanın duvarlarındaki anılar, ışığın şiddeti, nereden geldiğini asla anlamayacağınız iç sesiniz, güneşe bakan pencereler ve elinize kalan perdeler. Başka bir odaya geçtiğinizde sizi aynı şeyler bekliyor ama pencereler güneşe başka bakıyor, elinize kalan perdelerin renkleri farklı, anılar bu kez karşı duvarda, ışığın şiddeti farklı, iç sesiniz daha gür belki. Demem o ki Mabel Matiz sizi o odalarda benzer şeylerle karşılıyor ama hiçbir oda birbirinin aynısı değil. Ben bu şatonun kapısını ilk olarak Kül Hece ile çaldım ve oda oda gezmeye devam ediyorum. Kaç oda var bilmiyorum, hiç kimse bilmiyor ama geziyorum. Gezdiğim için de çok mutluyum!
“Ah, geç kaldım Mabel’e […]” diye düşünme, gir bi’ odaya ve başla gezmeye.
İyi gezmeler.
mirfanK’13

Blog

Harem Kahpesi

“kanatlarına takılmış düşlerin
yeminlerin sulak çayır
melekliğin görünmüyor.”

-çocuklar
masum sansın
seni.

-sen öyle şeref besle ki
büyüyünce tanısın
seni.

Tanrı’nın canı varsa eğer
gözünden yaksın
seni.

bozuk sütün peyniri
kokarmış;

kokun çıktı senin / vakit yatsı
söndü mumların.

tanıdığım en büyük kahpe sen değilsin
kahpeler in-
sansın
aşklar yavşak görsün seni.
nasılsa aynalar ve ben
biliyoruz gerçeği.

. . .

ölüm sana yakıştı
içime bak.

mirfanK’13
Blog

Murathan Özbek – İn

Murathan Özbek “in” adlı fotoğraf sergisiyle 2012 yılını unutulmaz bir yıl olarak zihnimize kazıdı. Serginin afişinden tanıtım filmine kadar her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve kurgulanmış. Zaten ilk fotoğraftan son fotoğrafa kadar geçen süreyi ömürden düşmeliler bence. Murathan Özbek parmaklarının arasından dahi sızdırmadığı hayallerine sahip çıkan bir sanatçı.
İn’i yerinde görmelisiniz. Fotoğrafların her biri kendi başına bir sergi niteliğinde. İlk bakışta biraz büyük geliyor insanın gözüne ama sonra tartıyorsunuz ve bakıyorsunuz ki boyutları: düş x düş. Üstelik fotoğrafların ölümsüzlüğünü üstlenen insanlar fotoğrafın öyküsünü paylaşıyormuş. Sırf bu ayrıntı bile sergiyi benim için ulaşılmaz bir yüksekliğe koyuyor. 
Fotoğraflara konan adlar yaşanmışlık kokuyor:
Ben gezi sırama göre notlar aldım ve dilim tutulduğu için Murathan’a o soruları soramadım.
  1. Büyük Albüm – Taşıyamadığım [o soru: ilk düşen kimdi geçmişten?]
  2. Beraber – Yaşayamadığım [o soru: sahi, çocukluğun bıraksa gider misin?]
  3. Boşa Kürek – Sona Eremediğim [o soru: zaman dolduğunda yerimiz hazır mı -orada?-]
  4. Dürtü – Söz Geçiremediğim [o soru: gömdün diyelim, ya ölmezse? süpürgene bindin diyelim, ya gitmezse?]
  5. Dünya – Arınamadığım [o soru: senin yıkandıkların o’nu ıslatır mı? şemsiye gerçekte kimde kaldı?]
  6. Koza – Çıkmak İstemediğim [o soru: büyüdüğünde sıyrılamadığın şey sadece kabuğun mu? melekliğin o kadar beyaz mı hâlâ?]
  7. Ben mi? Anlayamadığım [o soru: şimdi güzel güzel gömsünler mi seni?]
  8. Bile Bile – Aldırmadığım [o soru: o’na giderken başkasını öldürüyorsun, hızlı mı gitmelisin?]
  9. Doğru Adam – Buluşamadığım [o soru: sen birine huzurla uyandığında başkaları hayatından -uykuyu- çıkarıyor mu?]
  10. Duvar Ustası – Yıkamadığım [o soru: Atay diyor ki: “iyi şeyler birdenbire olur bu kadar bekletmez insanı.” duvarlar kötü mü ki yavaşça örüyor dünyayı?]
  11. Oyun – Dönemediğim [o soru: kadım bazen unutuyor büyüdüğünü arada saçlarından çekmeli miyim?]  
  12. Başkası – Ele Veremediğim [o soru: kimsin sen düşümde dolaşan?]

“Ben mi? Anlayamadığım” önünde uzun uzun konuştuk. O ara ölüm geldi aklıma ama Murathan’ın ölü halini düşünemedim. Çünkü o asla ölmeyeceğini o gün orada kanıtladı bize, bana. O belki ölümden korkuyor ama ölümün ondan korktuğuna eminim. 
Ben sorularımla öldüm orada. Cevapları duyacak kadar ömrüm kalmadı. “İn” hepimizin! Ne mutlu, ne âlâ!
mirfanK’12
Blog

Yasımda Aşk Başkadır!

Ne yazık ki;
Bağlıyorum hayallerimi martıların kanatlarına
Ve
Göçüyorlar yüreğimden sıcak yerlere / Başka hayatlar peşine.


“Gerçekten” yanlış anladın beni.
Ben gerçekleri beğenmeyip kurmadım o hayalleri. Hayal ya, belki hayat olur diye çırpındım sadece. Ve dediğin gibi çırpındığımla kaldım, dememiş miydin yoksa?

D ü ş

Dediysem de abartma o kadar. Yani doğanın bir kanunu var, gözümden ötesi yok. 

Belki de `plan` çatısı altında gerçekleştirilmeliydi her şey. Evet, o ciddiyette ve o samimiyetsizlikte yapılmalıydı hayaller. Ama beceremedik ve suçlayacak kimseyi de bulamadık bundandır ki susuyoruz bize hesap soran hayallerimiz karşısında. Düşsel bir avuntunun peşinden gidiyoruz her bulduğumuz fırsatta ve bu avuntularımızı gerçeğe yoğurmaya çalışıyoruz. Yani sürekli bir çaba söz konusu.

Yabancısın bu kelimelere!

Yerin dibindeyken gerçekleştirdiğimiz hayal kuruntuları başarılı oluyor gerçekten. Kuruntu dediysem de abartma o kadar. Kur! Bunu emir olarak başar bir kere, ölmezsin / eline diline yapışmaz.

Gerçeği giyindiğinde yakasını bırakma şunun.
O gece yatarken
S o y u n u y o r !

İşte yüreğinden beynine kurduğun köprüde yürüttüğün hayallerin şimdi bir martının kanadında sallana sallana daha sıcak yüreklere göç ediyor. Saçlarından esen rüzgar martıları cesaretlendiriyor ve onlar kalabalıkken senden daha kabadayı olabiliyorlar.

Gökyüzünden bir şeyler devşirmenin peşinde olma.

H a y a l l e r  u ç u y o r  s e n  n e y i n  p e ş i n d e s i n !

Bir sessizlikte isyankar olmuş bir aşığı dinledik. Hayallerini geri sararken kan revan içinde olan elleriyle çocuklara güneşi gösteren bir aşık. “Hayal” demiş, ama ömrünü bir “l” harfini “t” harfine çevirmeye adamış. Ve daha gereksiz birsürü bilgi.

Umursamazlıkta son noktayı geçince buldum onu, öyle ötelemişlerdi.

O kadar çok ağladım ki yüreğime
Yaslanmış her yerim sevgilim / Dolaşma fazla
Thanatos* olursun!





*Yunan mitolojisinde ölümü temsil eden Tanrı.

mirfanK’11
Blog

Uzun Hikâye

Uzun Hikaye 2012

Önsöz: Film hakkında detaylı bilgi içerir.

“Mutluluklar hep trenle başlar”

Film Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikâye” adlı kitabından uyarlama, senaristliğini ise Yiğit Güralp üstlenmiş. Kitabı okumadım fakat film araştırdığım kadarıyla “kitabı daha iyi” yorumundan uzak kalmış, bu bence Osman Sınav’ın başarısını gösterir. Şu yaşadığımız kalabalık, kirli ve samimiyetten uzak günümüz dünyasından 2 saatliğine de olsa kaçmayı başardık. Yazı yazmayla haşir neşir olduğum için dikkatimi ilk çeken Remington daktilo oldu. Muhtemelen 1946 öncesi üretilen, el yapımı bu daktiloya Ali’nin ilgisi bana lise yıllarımda sürekli okul yolunda rastladığım kitap büfesinde şapkalı amcayı hatırlattı. Tuğçe Kazaz’ı en son Kampüsistan dizisinde izlemiştim, filmdeki performansını beğendim. Hikâye’ye bütün olarak baktığımda Tuğçe Kazaz en doğru seçimlerden birisi olmuş.

Filmin müzikleri Ulaş Özdemir‘e ait. Filmin arından akılda kalan nadir şeylerden birisi müzikler. O yüzden film müziklerini edinmekte fayda var.

Sapanca benim için çok özel bir yere sahip. Daha önce The Bucket List filmini izleyenler bilir, Sapanca’ya gitmek genelde ölmeden önce yapılması gereken işler listesinde ilk sıralarda yer alır. Doğançay Tren İstasyonu’da Sapanca’da yer alıyor.

Yeşillikler içerisindeki bu istasyon birçok görsel projeye ev sahipliği yapmış. Fransız bir ressam ülkemizi dolaşırken bu istasyona vurulup bir süre Doğançay’da yaşamış hatta. Böylesi güzelliğe sahip bir yer filmde daha güzel aktarılmış, Doğançay durağında epey kaldım. Bulgaryalı Ali’nin oğluna annesini kaçırışını anlatırken bu sahneyi destekleyen ses düzenlemeleri çok başarılıydı. Ancak iki sahnenin birleşiminden ortaya çıkacak anlatımı tek bir sahnede yakalayabildim. Melodika usta işi çıkarmış.

Zamanının “düz” adamlarının ilk örneğini harika oyunculuğuyla Cihat Tamer yansıttı. Siyasi görüşlerin fazlasıyla önemli olduğu, teftişe gelen insanların “devlet” sayıldığı, “hak-eşitlik-adalet” sözcüklerinin belli bir görüşü temsil ettiğine inanılan o dönemleri Hamit Sami Çınar Okulu’nda gördük. Beğenmediği insanların verdiği akıllarla sırtı sıvazlanan, bu hamlelerle bir yere gelen ve bunu gurur sayan idarecilerin ta o dönemden geldiğini tekrar tekrar gördük. 

İnsanlara yardım, samimiyet, “tanımadığın insana güvenmek” kısacası özlediğim tüm duyguları bir merhaba’da buldum.

Gözyaşlarımı tutamadığım ilk sahne “bayram” sahnesiydi. Yokluk ve yoksulluk vurgusu bu kadar mı güzel anlatılırdı? Gelecek için yapılan fedakarlıklar, sevdiğinin dudaklarından dökülen her sözü yerine getirmek için hazır bekleyen bir adam, “her şey eskiyebilir, sen eskime”* diyecek kadar sevdiğine sahip çıkan bir kadın, onların bu yüce aşklarının gölgesinde büyüyen bir çocuk. Yıllarca aynı ayakkabıyı giyen ve yırtıldığı için kendi imkanlarıyla tamir etmeye çalışan kadının fedakarlığı günümüze kadar gelemedi değil mi? Hangi tren istasyonunda kaldı? [*replik senarist Yiğit Güralp’e aittir.]

Bayram kavramının “her gün” olmadığını görüp eskiye döndüm tekrar. -Yeni şeylerin- bayramdan bayrama yapıldığı zamanları hatırlarım ben de hayal meyal. Cebinde parası olmadığı halde sadece sevdiği kadın mutlu olsun diye hiç tanımadığı bir esnaftan veresiye manto ve ayakkabı alan adamla, doğmamış çocuğunun geleceği için ağlayarak sarıldığı mantosundan ve ayakkabılarından vazgeçen kadınların olduğu yıllar ne çabuk tükendiler? O insanların yaşadığı hayal kırıklığını “yeninin hevesi kursağında kalan” insanlar anlar.

En önemlisi tükenen yıllarda kaldı “hak ve eşitliği savunmak için” doğmamış çocuklarından vazgeçen insanlar.

Filmin başlarında “saka kuşu” ve “küpe çiçeği” istedi kadın. Saka Kuşu Orhan Veli’den mirastır bana. [güzel kız; sen küçüklüğümde / bahçemizdeki erik ağacının / en yüksek dalına kurduğum / öksenin üstünde dolaşan / saka kuşu kadar / sevimli değilsin.] Şiiri seviyorsanız eğer Küpe Çiçeği’ni (Fuşya) Lale Müldür bırakır avucunuza: seni bekletmektense / oraya taze bir yaprak / koyarım daha iyi. Zihnimde bu kadar şey dolaşırken birisi tuz ekti gözlerime.

Rakı vardı bir yerde, bir de “ah bu gönül şarkıları” çaldı.
Hepsi o kadar.
O yıllarda kitaba, okumaya verilen önem -dinlediğim kadarıyla- iyi yansıtılmış. Yine okumaya verilen önemin yanında “okuduğun kişi ile” etiketlenme de öyle. Suç ve Ceza okuyorsan eğer başın dertte. Peh! İnsanlar çabucak yaftalanmış; camiye gidiyorsa muhafazakâr, eşitlikten bahsediyorsa sosyalist olmuş ve bu uğurda acı çekmiş. 
Arkadaş için fedakarlık, baba-oğul hesaplaşması, evladı her şeyden kutsal kılma gibi “içimizde bir yerde çürüttüğümüz” birçok duygunun pencerelerini açtık. Daha doğrusu açmamız öğütlendi. “Uzun Hikâye” filminde insan hayatının en ucuz zamanları en güzel şekilde ifade edildi bence.
Zafer Algöz, Altan Erkekli, Mahir Günşıray, Mustafa Alabora, Mustafa Üstündağ, Damla Sönmez, Güven Kıraç, Cengiz Bozkurt, Osman Alkaş, Batuhan Karacakaya, Şener Kökkaya, Sait Genay, İsmail Hakkı, Bora Koçak, Ferdi Kurtuldu, Melih Çardak, Taner Ölmez, Elif Atakan, Başak Kasacı, Meriç Benlioğlu ve Ushan Çakır‘a harikulade oyunculuklarından ötürü teşekkür ediyorum.
Favori sahnem:
Bulgaryalı Ali: Sevenleri hiçbir kuvvet ayıramaz.
Mustafa (Oğlu): Ölüm bile mi?
Bulgaryalı Ali: (Ölen eşinin resmine bakıp) ölüm bile…
Filmde her şey bittiği yerde başlıyor tekrar ve bir baba var filmde gözlerinde “mutluluğu görememenin” hüznü ve oğlunun mutluluğunun tebessümü var.
“Uzun Hikâye” yaktı. [9/10]
*gül yaprağı sahnesini abartılı buldum.
*bir sahnede kar yağışı çok amatörce sergilendi.
*kilitli günlükler o yıllarda o kadar detaylı mıydı?
Tebrikler!
mirfanK’12
Blog

Fırtına

Fırtına gibidir aşk; öncesi ve sonrası suskunluktur, asil bir yalnızlığın suskunluğu. İki suskunluk arası mutlu olabiliyorsanız ne âlâ!
            İlişkiye uymayı başaramıyorsa insan ve karşındakine verdiği sözleri tutamayacak kadar cesaretsiz ve korkak ise; şarkılara verdiği sözleri tutmalı. Bu büyük fırtınayı başlatan da dindiren de aynı kişiyse işte buna aşk diyoruz. “Şiirler üşüştü mü aklına” der Orhan Fırat; öyle bir yangın yeridir aslında bu fırtına. Bazı zaman olur başlatan kişi bile dindiremez. Aşk kalpten çıkmıştır çoktan.
            Fırtınadan önce berrak olur gökyüzü. Yıldızlar seçilir, hatta bazıları şahit tutulur çoğu sevdaya. Kayan yıldızlara bağlanır aşk dilekleri. Fakat nedendir bilinmez fırtınadan sonra görünmez o yıldızlar ve aşkta kutsal kılınan yıldızlar günah keçisi olur birden bire. Lanetler yağdırılır, eğilen başlar dikilmez bir daha o gökyüzüne. Sonra durulur tabiat; yıldızlar görünmeye, kaymaya devam eder. İnsanlar inanmaya, dilek tutmaya kaldıkları yerden devam ederler. Evet, insanlar göz göre göre fırtınanın sessizliğinde yine yıldızlara inanmaya devam edecekler. Rüzgârlar topluca eyleme geçerler baş kaldırır gibi. İnsanı yatağında döver gibi. Ama insan bazen en güçlü fırtınalardan bile sakınabilir bazı şeyleri. Eğer gemiler yakıldıysa ve insan “kendine rağmen” ellerini duaya –fırtına- için açtıysa sakınabileceği her şey “piç” olmuş demektir. Böyle bir zamanda vurdu fırtına.
            Siz o fırtınayla onun içine bir güneş bırakmışsınızdır. En karanlık günlerde önünü yine “sizin güneşinizle” görecektir.   
“Ve bilmelisiniz ki 

sizin 
dualarınızla 
başlayan 
fırtına 
sizi 
paramparça 
ederken 
kadının 
sadece 
saçlarını 
uçuşturur…”


mirfanK’12 – Karton Külleri
Blog

Murathan Özbek – İn

[…] bir tüneldeyim; yıllardır mahkûmu olduğum “görünen ben” hapishanesinden kaçıyorum bir süreliğine daha. başka tıkırtılar da duyuyorum. tüneli ben kazmadım; kazılmıştı çoktan. ben sadece indim.

Açılış: 2 Kasım 2012 Cuma @ The Hall Beyoğlu – 20:30

Sergi: 3 Kasım 2012 – 2 Ocak 2013 @ Gama Gallery Beyoğlu

Blog

Çiçek

çiçek

            Biliyorum bazı fikirleri eyleme dönüştürebilmek için birkaç gece uykusuz kalmak gerekiyor. Şimdi sana tekrardan ‘sadakat’ masalını anlatmak isterdim ama sol elimin yüzük parmağından vücuduma dolan sensizlikten sonra kelimelerim pek sığ. Bazen adımı söylemekte zorlanıyorum. Benliğimden bu denli uzak oluşum gerçek, doğru tanımıyla bir kayıp olmalı. İşlerimi, düşlerimi ve sözlerimi sana göre düzenlediğim için oldukça fakirim son zamanlarda. Ruhumun yaraları her tedaviyi reddettiği için her tökezlediğimde sana sövüyorum. Sanırım ben ilk olarak dizlerimin bağını yitirdim. O gün bu gündür güçlü adım atmaktan acizim. Belki de aynı yöne adım atamıyor oluşumuz beni bu kadar güçsüz kılıyor. Şimdi yanımda olsan mesela, aynı yöne sol adımlarımızla başlasak hatta yolumuza çıkan basamaklar bile bozamasa ritmimizi aynı olmaz ki; sen yanım değilsin artık. Bu ve bu yoğunluktaki acı düşünceler gecelerimi sabaha bağlıyor. Birlikteyken dile getirdiğim ve bizi sonsuz mutluluklara kavuşturan o fikirlerimi eyleme dönüştüremiyorum. Birkaç kez denedim çünkü herhangi bir işte başarılı olduğumda, yani o işi başardığımı haber aldığım anda içinde bulunduğum tarifi imkânsız mutluluğu seninle yaşayamayınca çok mutsuz oluyorum ben. Başaramamışım gibi mutsuz oluyorum.
            Çok şey değil istediğim, sarılmak çok mu ki? Sarılmak az ama mutluluğu çok. Azdan çok. Ben güzele, huzura ‘sen’ demişim, şimdi söz sende; sen olmayanda huzur olur mu? Sen olmayan güzel olur mu? Güzelim.



Fotoğraf: Murathan Özbek

mirfanK’12
Blog

Tanımsız

t a n ı m s ı z
Sokaklar kalabalıklaşıp güneş dağların ardına sığındığında genç adam bardan içeri girip yüksek masalardan birine oturdu. Cebinden bir deste mektup çıkarıp okumaya, bir taraftan da kilise defterini andıran bir deftere yazmaya başladı. Sürekli hareket halindeydi, dönüp diğer masalara baktım, tıpkı benim gibi, oranın müdavimi insanlarla dolu mekânda hemen hemen herkes onu izliyordu. Bir süre sonra masaya büyük bir şişe şarap ve iki kadeh geldi. Genç adam her şeyi bırakıp şarabıyla ilgilendi. Deprem oldu. Bar yine olduğundan fazla hissettirdi bu depremi. Birkaç avize biz dışarı kaçarken büyük bir gürültüyle yere düştü, tüm bu seslemeler depremin şiddetini –bize göre- artırıyordu. Apar topar dışarıya kaçtık, kendi aramızda istişare yaptık, son yıllarda karların erimesinin ardından gelen depremlerin en şiddetlisi kuşkusuz buydu. Ortalık durulduğunda tekrar bir sallantının olmayacağı inancıyla içeri girdik. Ben masama yöneldim, avizelerden birisi masamın hemen yanına düştüğü için oturamadım, aradan biraz zaman geçti, genç adam ortalıkta yoktu, masasında defteri ve mektupları olduğu gibi duruyordu. Tokuşturduğu sahipsiz kadeh sallantıyla devrilmiş, bazı mektupları kana bulamıştı. Birkaç kadeh daha içip üzerime vazife olmayan şeyleri kurcalama cesaretini kendimde bulunca genç adamın masasına geçtim ve defterini alıp okumaya başladım:

[…] Bu yıl da gelmedin, ben sana söz verdiğim gibi her yıl, güneş kilisenin çanını parlatırken buraya geldim ve sen, geniş eteğini savura savura gelmediğin her saat ucu körelmiş bir falçatayla sol yanımı doğradılar. Bu nasıl bir şey bilir misin? Sensizliği kavrayamıyorum; mantığım, bizi yarım bırakmanı anlamlandıramıyor. Şarabın sahipsiz; bu mekân sensiz soğuk, yoksul, sakat. Ama ihanet.
Tüm bunlardan haberin yok tabii, biliyorum. Hem haberin olsa gitmezdin değil mi? Yahut gelirdin. Sen ikisinden de biraz biraz yaptın. Biraz geldin, biraz gittin. Şimdi sen yaşıyorsun. Üstelik ağzında ayrılığın ekşi tadı da yok, hem ihanetten kim ölmüş ki? Ben bedeni kusursuz kuşatılmış bir ölüyüm. Ruhum eskiden limon bahçesi olan bir çölde ekşiyor. Boş ver; sadakat kimi yaşatmış ki? […]

Keşke okumasaydım.

Fotoğraf: Murathan Özbek

mirfanK’12
Blog

Bütün

bütün
Kirpiklerimde titreyen yaşlar ve sıcağa meydan okuyan bir eda ile yollara düştüm. Gamzelerimin damarları çekiliyor, hissediyorum. Yakınlarda bir şey seni andırıyor olmalı. Benim yüreğim sebepsiz yere koşmaz ki. Giderken hangi rüzgâra emanet etmiştin kokunu? Kaç zamandır kokunla besleniyorum biliyor musun? Ruhumun yakıtıydı boynundan esen rüzgâr, işte bu öyle bir sensizlik ki burnumdan soluyorum. İşte bu öyle bir sensizlik ki yakıtım bitti, düşüşe geçiyorum.
Ulanmış bir kuzu gibi geziyorum boş sokaklarda. Sanki üzerime iliştirilen deri benim değil ama sen beni kokumdan bulup emzirecekmişsin gibi. Ulanmış bir kuzu gibi sessiz yürüyorum. Herkes ‘aşk’ diye haykırırken ben ölen seni susuyorum. Çünkü ben aşk dediğimde herkes senden geriye sayıp saklanıyor.
Güneş çıplak ayaklarıyla üzerimde yürümeye başladı, her tarafım yanıyor. Sen bu sokaklarda amaçsız yürümenin ne demek olduğunu bilir misin? Zamana aldırmadan, sana kavuşma acelesinden mahrum, yalın ve güçsüz yürümek ne demek bir fikrin var mı? Şu sokağın göbeğinde kahve falı baktıranlar kadar çaresizim şimdi, belki de daha beteri. Kimse önümde bir yoldan bahsetmiyor. Kısmet kelimesi benim için bir kaçış yolu, kalp yalnızca bir organ –yalnız bir organ- sensizlik ise fincanımın dibi; yoğun, bütün, ağır.
İşte sokağın sonu, kulaklarımda Türkçe’nin en çirkin kelimesi yankılanıyor: “hoşça kal.”
Uzaktan seçtim seni; ilk boynuma atladığın yerdesin. Orada oturuyorsun, yanındakinin boynuna gömülmüş başın. İşte ‘bizim’ deyip sahiplendiğimiz demir masa. Üzerinde aynı şeyler var; beyaz hırka, kahverengi etek ve yüzünde aynı tebessüm. Senli dünyam fire veriyor. O dünyadan kopup giden her şey çaresizliğime pelesenk oluyor.
Aynı yer, aynı gülüş, aynı oturuş; yanında biri var farkındasın değil mi? Birisi sol yanında, yanın olma hevesinde hissediyorsun değil mi? Ve o birisi ben değilim, biliyorsun değil mi? Bil istedim.

Fotoğraf: Murathan Özbek

mirfanK’12
Blog

Cerrah Şarkılar – XXI

bugün hayallerimi gördüm seninle yürüdüğümüz o son sokakta.
mevsimin farkına varmış hepsi, üşümüşler, ısınmak için birbirlerine girmişler. aralarından seni daha iyi telaffuz edeni seçip sarıldım.
diğerleri hâlâ üşüyorlar,
haberin olsun.

Blog

Cerrah Şarkılar – XIX

yaklaşık birkaç asırdır -abartmayı severim, bilirsin- elimi uzatıp tokalaştığım herkese “öpme, hastayım.” diyorum. zihnimde canlanan bi’ sahne var çünkü; arabadan inip arkama bakmadan yürüyorum, çünkü arkama bakarsam ağlayacağım biliyorum, sonra bi’ kapı kapanma sesi daha geliyor, sonra koşma sesi, sonra boynuma atlıyorsun sarılıp ağlıyoruz; ne yazık ki sonra öpüyorsun beni ve hiç konuşmadan ayrılıyoruz. aradan yaklaşık birkaç asır geçti -abartmayı sevdiğimi söylemiş miydim?- sen öpmedin ama biz konuşmadan ayrıldık seninle. yanağımda bi’ yerdesin hâlâ ama hastalıksın, seni kimseye bulaştıramam.

Blog

Cerrah Şarkılar – XVIII

kimsesizliğine emanet edilmiş evlerin yanından hızlı geçtik. sonuçta bizler kimsesizliğin kemiğine bıçak dayayan hisler idik. ruhumuzun “huzur” ile ilgili tüm vanalarını açık bıraktık; aşıklar çay bahçesinde biraz limonata hikâyesi dinledik. “ada’dan beslen” dedi birisi.
tepeden büyükada rum yetimhanesi’ni gördüm ben; içimden birkaç kimsesizin kemiklerinden bıçaklarını çektim, alışkanlık işte.
hem sonra düşündüm de; iyi ki seninle gelmemişim ada’ya.

Blog

Cerrah Şarkılar – XVII

biraz önce arşivimi kurcaladım; istatistiklere göre hayatıma giren her üç kişiden birisi dudağında “asla gitmeyeceğim!” türküsü ile çalıların arasından kaybolmuş. şimdi ciğerlerimde kalan tek nefesi arşivimin üzerinde biriken tozlara harcayamam. diyorum ki üçün beşin hesabını yapmayalım artık, sende ilerde durduk yere hatırlatma kendini, hep aklımda kal, gitme.

Blog

Cerrah Şarkılar – XVI

çok masum bi’ öpücükle karşılamıştın beni. yaprakların dâhi kıpırdamadığı bi’ akşamdı, ortalığın dağınıklığını anlatmam mümkün değil. açıkçası bu şen halimizi çok özlemiştim. sonra durmadan yürüdük seninle. bi’ uzadın, bi’ kısaldın dün gece ama hep güzeldin, en güzeldin.
sonra gözlerime hiç bakmadan gittin.
kan rüyayı bozar sevgilim, gitme.

Blog

Cerrah Şarkılar – XV

göz göre göre görmezden gelebilmek çok büyük yetenek, o yüzden güzel gözlerinden öperim. ben sende ne ara hepten kayboldum bilmiyorum ama gözlerinden başka bi’ ışık getirecek beni kendime. sen bitti san; sıradaki yalnızlığım sana geliyor.

Blog

Cerrah Şarkılar – XIV

beni geçmişime taşıyan şarkılara rastlıyorum bu ara, endişelenme ama. yüreğimde kalan sevgi sana yetmez diye geçmişimden koparıp alıyorum bir şeyleri. sana ihtiyaç duyuyorum fazlasıyla, sonra duymamayı öğreniyorum. anlayacağın hayat zor; ben dozunda sevmeyi bi’ türlü beceremiyorum.

Blog

Cerrah Şarkılar – XIII

bi’ gün beni seveceğin ihtimaline yaslanarak sevmedim seni. yani sevmedim seni derken öyle değil, çok sevdim seni ama bi’ gün sen de beni seversin diye değil. ben seni ilk gördüğümde biliyordum aslında seni çok seveceğimi. şimdi bir şey daha biliyorum; sen, sevmiyorsun beni.