Blog

Yolun Biri

Mutluluğa giden birçok yol var elbet fakat en başarılı yollardan birisi kesinlikle “beklentileri indirgemek.”

Dışsal etkenlere bağlı ve sürekli değişken olan bu duygu durumunu içsel etkenlere bağlamak gerek bazen. Yani insan, en az, çevresinden bekledikleri kadar kendine bir şeyler katmalı. Sürekli ellerimizin arasında olduğunu düşündüğümüz için parmaklarımızı birbirine yapıştırıp öyle dolaşıyoruz. Hani şu “kayıp gidecek mi yoksa?” tedirginliği, ondan bahsediyorum. Belki mutluluğumuz parmaklarımızın arasında dolaşan rüzgâr olacak, biliyor muyuz? Hayır.

Sohbetini sevdiğimiz bir dost arasın diye bekliyoruz, küçük sürprizler hazırladığımız insanlardan bir -karşılık- bekliyoruz, çok çok eski arkadaşlarımızı yoklayıp mazide kalan ve kalması gereken o nadide sohbetlerin tekrarını bekliyoruz, eski sevgiliden -hatırlama- becerisini ve bunu -hissettirme- duygusunu bekliyoruz, çalıştığımız yerde alt ve üst kesimden -anlayış- bekliyoruz, iş arkadaşımızdan -pratik zekâ-, ailemizden -karar desteği-, arkadaşımızdan ansızın gelen -nasılsın?- sorusu, dolmuş şoföründen -kibarlık-, yeşilden bir önceki sarı ışık yandığı zaman arkadaki sürücüden -sabır-, hastane güvenliğinden -güler yüz-, kim olduğunun önemi olmayan birinden -iyi ki varsın-, başımızı yastığa koyduğumuzda aklımıza ilk gelen soruya, bir daha gelmemesi için okkalı bir -cevap-, yani uzun lafın kısası, kendimize etraflıca yaptığımız o bol süslü -insanlık- tanımının bir örnekle sağlamasını yapmayı bekliyoruz.

Ne çok şey!

Tüm bu beklentileri bir doz azaltmak, mutluluğa bir adım atmak demek.
Gerçekten.

mirfanK’12
Blog

İskemle

Murathan Özbek

Okan Bayülgen’e;

Avuçlarımdaki tırnak izleri konuştu: “Biraz daha bekle!”

Gözlerinin içine bakarken ruhunun can çekiştiğini görebiliyordum. Ama dudakları hiçbir zaman “bırak beni” acizliğine düşmedi. Onun yaptığı şeyin adı -fazla gurur- olmalıydı. Peki bunlar benim umrumda mıydı? Tabii ki hayır.

Dünyada en çok kıymet verdiği şeyi kaybeden birisi için yaşamanın pek anlamı olmuyor. Babamı kaybettiğimin ilk haftası bir sürü intihar girişimim olmuştu. Bazen küvetten topladılar beni, bazen pervazdan. Şimdi bunları sesli düşündüğümü göz önüne alırsak bu girişimlerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Yani yine çuvalladım.

Şimdi onu anlayabilmem için birisinin gelip sokak ortasında ablamı deşmesi gerekir. Ama benim ablam yok. Üstelik birisinin ablamı bilmem kaç yerinden bıçaklayabilmesi için benim aptal olmam gerekir. Evet, şu karşımda oturan sürtük tam bir aptal!

Ablasının omzuna saplanan ilk bıçaktan sonra attığı çığlık vesilesi ile uçuşan güvercinleri seyredecek kadar duygusuz birinden bahsediyoruz. Neyse ki tam zamanında kapattım ağzını ve ısırdığı parmağım onu susturmaya yetti.

Gözümü kapatıp kolumu açtığımda bir damla terin alnımdan sıçradığını hatırlıyorum. Sonra kollarımda bir ağırlık hissettim. Cansız bedeni üzerime çullanmıştı. O kadar hırpalamışım ki tırnaklarını uzun bir süre silkelemek zorunda kaldım. Deri montumu kanın bulaşmadığı karlarda temizledim. Tüm bunlar olurken o aptal kardeşi de bir çöp tenekesinin yanına sığınmış yine aptal aptal bir kediye bakıyordu.

Kar kristallerinin sokaktaki tüm gürültüyü yuttuğunu anlayabilmem zor olmadı. Ama bu kar tanelerinin bana yaptığı en büyük iyilik ise sokakta kimseyi bırakmamış olmasıydı. İnsan tenine düşüp eriyen bir şeyden neden bu kadar korkar ki? Herkes evine sığınmış, camın önüne oturmuş, korkusundan perdeyi bile aralayamamış ve saçma bir romantiklik peşinde! Sokaklarda insanlar ölüyor sebepsiz yere!

Tahminime göre yaklaşık yarım saat sonra bu kan havuzu kapanacak, en iyisi sevgilimi çöpe atıp gitmeliyim. Giderken de kardeşini yanıma alayım. Malum hayat devam ediyor, ablasına kaldığım yerden kardeşine başlayacağım. Evet, sevdim bu fikri.

[…] […] […]

Ablanı sadece sevmiştim. Şimdi sıra sende.

-İlk bölüm sonu-

Fotoğraf: Murathan Özbek

mirfanK’12
Blog

[Kartpostal] Aramızda Mevsim

aramızda mevsim

“Şimdi hatırlıyorum, ellerim üşürdü yanan yüreğime inat; sen ağlardın bazen, ben bakamazdım. Aramızda kaç mevsim vardı sevgilim? / İnan parmaklarım açılsa sayacaktım.”

Sandalda midye dolma yediğimiz günlerde -30 dereceyi anlatıp gülerdik. Seferberlik çıkar, okullar tatil olur, orada aşk mı olur filan. Hatırlarsın mutlaka. Kusana kadar gülerdik, şimdi kusana kadar donuyorum sevgilim.

Çıkan şeyler arasında seferberlik yok, çocuklar okula güle oynaya gidiyorlar, hele sevgililer, içimi acıta acıta geziyorlar el ele. Sen de her iki anlamıyla burnumda tütüyorsun.

İnsan burada sigarayı bırakabilir, duman tiryakileri için çok ideal. Doğal içiyorsun zaten. Bazen bu durum aleyhine oluyor, iç çektiğini anlıyorlar nefesinden. O yüzden seni andığımda yavaş bırakıyorum nefesimi, çoğu zaman içimde boğuluyorsun sevgilim.

Aramızda kaç mevsim var şimdi sevgilim? Ben kardan adamın atkısını bağlarken sen kısa kollu gömleğini ütülüyorsun, ben kar maskesiyle nöbet tutarken sen balkonda kahveni içip yaprak seslerini içliyorsun, ben burada “sen” diye yanarken sen “ben” diye soğuyorsun. Yapma sevgilim. Donma.

Bu mevsim kapalıdır yollar, biraz daha kal.
Baharda gidersin, olmaz mı?
Yanarım, donarım, ölürüm / kal.

Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12

Blog

[Kartpostal] Körebe

körebe

“…” bir gün uzakta durursam n’lur unutmayın beni, uzattığımda tutun elimi. “…” – Göksel

Az uzağımda çok saçma bulduğum bir konu tartışılıyor. `Madem öleceğiz neden yaşıyoruz?` diyor biri, bir başkası `Önünde sonunda mutsuz olacağız o yüzden şimdi başlayalım bu oyuna` diyor. Öteki ise: hayretle sizi izliyorum diyor. Bilerek veya bilmeyerek diğerlerini ötekileştiriyor.

Şimdi birisine göre düşünsem seni hiç özlememem gerekir. Başkasına göre düşünsem sana her saniye gitmişsin gibi davranmam gerekir. Ötekine göre düşünsem “sen kimsin?”

Her şeyi bir kenara bırakıp fazladan bir saat kopardığımda gözlerimi kapatıyorum ve senli dünyaya bağlanıyorum. Tüm ışıklar ve sesler seni lekeliyor o yüzden karşına körebe olarak çıkıyorum. Seni asla yakalayamayacak olsam da ufak tefek dokunuşlarım beni yaşamaya ikna ediyor. Bazen kokunla bir anlaşma imzalayıp birkaç saniyeliğine avuçlarımı yüzünle dolduruyorum. Bu kokunun üzerine yüzünü çizmek gibi bir şey. Tanımsız.

O dünyaya bağlanıren iyice örtünüyorum. Gözlerim kapalı, etrafta ne var inan hiç bilmiyorum tek bildiğim şey; iliklerime kadar donuyorum. Senden kaynaklanan bir soğukluk bu. Çok ciddiyim. Bir gün benim dünyama gel, sessizce izle beni, hatta karşıma çık istersen, tanıyamam seni. Etrafımdan birisi adını fısıldasın, gör bak nasıl yanıyor yüreğim, nasıl terliyor avuçlarım gör bak. Senden kaynaklanıyor o dünyanın soğukluğu. Birisi üşütmüş seni veya sen birisinin yüzünden üşütmüşsün, hıncını benden çıkartıyorsun veya aklını.

O dünya karanlık değil mi? Görmedim ama hissediyorum. Işıksızlık seni tarif ediyor gibi ama senli düşlerim ışıl ışıl bil.

Bir saniye!

Biz aynı kişiden mi bahsediyoruz?

Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12

Blog

[Kartpostal] Dondum, Gel!

dondum gel

Şimdi içten içe seviniyorsun biliyorum. O orada yalnız kaldı haykırışlarını ve ardından attığın o tuhaf kahkahanı duyuyorum. Peki ya yalnız kalan sen isen?

Son zamanlarda iç sesimi kimin yönettiğini merak ediyorum. Bana öyle şeyler söylüyor ki inan yutkunamıyorum. Bugün çok soğuk bir nöbet geldi. Çok soğuk diyorum, bunu iyi algıla. Yani nefes alıyorsun burun deliklerin birbirine yapışıyor, ciğerlerine giden nefes içini titretiyor. Sonra parmak uçlarından üşümeye başlıyorsun, önce ellerin, sonra ayakların hissizliğe kavuşuyor. Yürümek, zıplamak veya başka bir hareket kâr etmiyor. İçimi ısıtan sen varsın, her fırsatta seni anıyorum.

Bazen bilincini yitiriyorsun. Hani hatırlıyor musun buraya gelmeden önce elinde elimi terletmiştim, kokun sinmişti hani. Nöbetin sonlarına doğru kendimi avucuma yapışık buldum. Kokunu tazelemek için avucumu parçalıyorum. Kokunu unutmadım asla! Ama tarif edemiyorum, anlatamıyorum.

Avucumu fazla üşütmüşüm, parmaklarım şişti önce, açılsın diye sıcak suya tuttum. Meğer yanlış yapmışım ellerim balon gibi oldu. Elimi yumruk yaptım öyle geziyorum, diğer türlü çok acıyor. Koğuşa geldiğimde uyku bastı. Uyumaktan korktum, yan tarafımda yatan arkadaşım “ölmezsin uyu uyu” dedi. Ölmekten mi korkmuştum yoksa uyurken avucum açılır içinden sen düşersin diye mi korktum bilmiyorum. İç sesime sormam! Böyle ortada kalsın daha iyi.

Avucumu açamadım ama ellerim iki yanda seni diledim Allah’tan. Birkaç saniye rüyamda görsem seni yüreğimin yumruğu açılacak. Allah büyük, biliyor seni nasıl özlediğimi.

Bir düşe uyuyorum şimdi ve çok üşüyorum.
Gel.

Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12

Blog

[Kartpostal] Gidiş Kokuyor Gecem

gidiş kokuyor gecem

Sen hiç yokmuşsun gibi davranamıyorum burada. Sen vardın ve şimdi yoksun. Ben aradaki yaşanmışlığı hayatımdan ayıklamaya çalışıyorum. Bunu yaparken bir taraftanda yaşamaya çalışıyorum. Anlayacağın çok çalışıyorum.

Kim demiş gidiş beyinde başlar diye? Senden bir adım uzaklaştığımda, aramıza o lanet mesafeler girdiğinde kopmuşuz biz. Parçaları yavaş yavaş yerine oturtuyorum, her şey çok net artık. Yani her şey bir “ayak” ile başlamış; bizim bitişimizde beyin ayağa paspas olmuş sevgilim.

Ne yapmalıydım bilmiyorum. Belki de bu denli yaşamamalıydım seni, daha az sevmeliydim, daha az özlemeliydim hatta daha az aramalıydım. Ben seni aradıkça, sana ihtiyaç duydukça sen bir nimet oldun. Tüm bunlar seni gidişe itti. Çünkü ben hep vardım senin için. Canının yanışı, gözlerinin doluşu, düşlerinin batışı hep benimle son buldu. Ben sana omuz oldum gözyaşlarını dindirmek için. Sense basıp gittin. Gittin.

Şimdi bir ölü gibi yatıyorum. Ruhum senden kurtulup bedenime koşmak istiyor ama beceremiyorum. Giderken bırakman gereken tek şey ruhumdu. Zira gururum, varlığım, hislerim paspas olmuş sana. İstemem geri. Can çekişiyorum şimdi buralarda. Bulduğum her boşluğu seninle doldurmanın pişmanlığını yaşıyorum sadece. Annem diyorum, belki annemin sesini biraz daha duysaydım yarın birgün şehit düşersem gözyaşı az olsun isterim. Ama pişmanım ondan çok sana değer verdiğim için.

Annem;
Sana ruhumu kaybettim desem, seni ihmal ettim desem “gözleri kızarmış anasının kuzusunun gel bakalım” deyip sever misin beni?

Sever misin annem?

Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12

Blog

[Kartpostal] Kimseye Söyleme

kimseye söyleme

“Şu an yaşadığım düşüşten korkmuyorum. Beni korkutan yere çarptığımda senden kopmak.”

Sensizliğin nöbetini kim yazıyor? Hayır beni çok iyi bilen birisi olduğu kesin. Çünkü seni en çok özlediğim zamanlarda sensizliğin nöbetini tutuyorum. Herkes uyuyor, evlerin ışıklarını sayıyorum, zamanla o ışıklar da bitiyor. Her şey bitiyor; sensizlik hariç.

Bedenim bitap düştüğünde sana kavuşmuş gibi davranıyorum. Yoksa başka türlü geçmiyor burada zaman. Sanki onlarca insana aldırmadan orada, o köhne koğuşta beni bekliyormuşsun gibi heyecanlanıyorum. Adın, kokun, izin yok. Yorganım sensin, yastığımın yarısı senin.

Ranzamı paylaştığım silah arkadaşıma senden bahsetmek zorunda kaldım. Başta çok güldü üzerime. Hatta diğer arkadaşlara anlatmasından çok korktum. Zaten delilik almış başını gidiyor şimdi bir de benden “deli” diye bahsetmelerini kaldıramam. Bazı geceler burası çok soğuk oluyor biliyor musun? Ben sana sarılınca üstüm açılıyor haliyle o da dayanamayıp üzerimi örtüyor, yani seni kollarımdan alıyor, ben de uyanıyorum. Bu birkaç kez olunca anlattım. O benim dayanma sebebim dedim.

Çok şükür bugün burayı kilitlememişler. Sana sarılıp güzel bir uyku çekeyim istiyorum. Senin de sesin çıkmıyor hani, buna üzüldüğümü söyleyemem ama arada seslensen hiç fena olmaz. İnan bazen bana kızmalarını bile özlüyorum. Ama işte..

Bu gece son on yılın en soğuk kışı bekleniyormuş. Ben yine seninle intihar edeceğim. Bak bunları sana anlatıyorum ama bahsetme kimseye. Kimse bilmesin sana sarıldığımı, seni öptüğümü, seni kokladığımı bilmesinler. Hiç kimse bilmesin huzurunda ağladığımı.

Kimseye söyleme

Tamam mı?

Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12

Blog

[Kartpostal] Mavi Düştün

mavi düştün
“Seni görmeden uyuduğum geceler var benim. Takvim yapraklarını sana kavuşmanın ümidiyle koparıyorum ama günler geçiyor sanma. Ben seni görmediğim günleri –yaşanmış- saymıyorum.”


Geçtiğimiz hafta bir harita aldım, uyumadan önce saydım arada yakılması gereken 6 şehir var. Biliyorum orada da insanlar, aşıklar, düşler var. Ama bilmedikleri bir şey var: ben, çok özledim.


Dün ellerinden tuttup kokunu içime çektim. Bir bankta oturduk sonra ama hiç bakmadık birbirimize. Peki yanındakinin ben olduğumu nereden biliyorsun gibi saçma bir soru sorma sakın. Ben avuçlarının neminden tanırım seni. Çok az konuştuk veya konuşmaya gerek duymadık pek. Söylediğin şeyleri tam anımsayamıyorum ama sesin yine çok güzeldi; tarifsiz, yalın, masal gibi.

-Sensiz nefes almak güç- dediğini hatırlar gibiyim. Sonra ayaklarım sızladı, anlam veremedim. Düşlüyorum seni demek istedim, içimden prova yaptım. Karşıdaki çatılı garaja bakıp söyleyecektim, sonra başımı öne eğip derin düşüncelere dalacaktım tüm bunları neden yapamadım inan bilmiyorum. Başımın ağrısı başladı yine. Heh! Bir bu eksikti!

Sıcaktın, çok sıcaktın. Oturduğumuz bankın arkası kalabalık gibi. Ama dedim ya hiç oralı değiliz, birbirimize bile bakmıyoruz. Anlamsız bir koşuşturma var insanlar kaba kaba konuşuyor. Sen hasretimsin bir düş kadar aklımdayken bir düşüş ötemdesin, uzanıp dokunmak ilk kez benim inisiyatifimde. Dayanamam saçlarına, şöyle gel de süzülsün parmaklarım. Gel.

Tek bir değişiklik dünyamın keyfini siyaha boyadı.

Onunla kolladığım gökyüzünü koğuşun tavanıyla kim değişti lan!

-Abi üstünü açmışsın, Erzurum soğuk, çarpar adamı. Hadi iyi uykular.

Şafak: Yârin gözleri.

Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12
Blog

[Kartpostal] Ardında Ayaz

ardında kış
Önümde adımlarını takip ettiğim insanlar var. Çok yorgunum, dermanım yok. Yürümeyi bile insanların sırtına yüklüyorum.

Yorgunum, çok.


Hava biraz yumuşak bugün, yumuşak dediysem de sana göre soğuk, yani nasıl desem, sensizlik kadar soğuk. Oradan da çıkaramazsın büyük ihtimalle. Dur şöyle anlatayım: yine bilmediğim bir yere gidiyorduk, hava ısınınca kaldırımlar ıslanmış biliyor musun, taşın altı su dolmuş, adımını takip ettiğim insanlardan birisi sert basınca su üzerime sıçradı, güneş gittikten sonra da üzerimde dondu. Seni çok andım ama nafile. Su üzerime sensizlik gibi yapıştı.

Sensizim, çok.


Kapının ardına kendimi attığımda biraz rahatladım. Dışarıda hiç görmek istemeyeceğin bir ayaz var. Tedirginim biraz. Gelen giden çok. Üşümem geçmedi hala ve ben her şeye inat ayazı ardımda bıraktığıma inanıyorum. Titreyişimi sensizliğe bağlasam ısınırım, biliyorum.

Kandırıldım, çok.


Anılarımı deşmekten vazgeç. Onlar o haldeyken bize zarar vermezler. Ama sen ne zaman anılarımın arasına dalsan kendimi onları toplarken buluyorum. Üstelik bu ayazda! Olur iş değil!

Kızma bana.
Anılarım onlar benim.
Kıyamıyorum.


Kartpostal: Seha Can

mirfanK’12
Blog

Sibel Buğdaycı: Kahire–Kızıldeniz Bir Bisiklet Yolculuğu

sibel buğdaycı

2008 yılında okuduğuım Sakin ol! Her şey Mümkün; yolculuğun, özellikle bilinmeyene yapılan yolculuğun, ne kadar özel olduğunu kanıtladı.

“Yolculuk biraz ölmektir der Paul Verlaine bir şiirinde, bence yaşam bir yolculuk, yolculuk da özgürlüktür.
Hele
Sibel Buğdaycı’nın yaptığı gibi bilinmeyene yapılan yolculuk ise özgürlüğün de ötesine geçmektir.
Sadece sınırların değil, zamanın da aşıldığı, gerçek ile düşün birbirine karıştığı bu yolculukta; doludizgin bir gezgin, bizleri de büyülü latin dünyasının sırlarına, coşkusuna, renklerine ve güzel insanlarına götürüyor.”
der Mehmet Günyeli kitabın tanıtım sayfasında.

Sibel Buğdaycı’ya “Sakin ol! Her şey Mümkün” için teşekkür etmeliydim, kendisini uzun uğraşlar sonucu buldum, teşekkürlerimi ilettim. O yıllarda yeni bir kitap projesinde olduğunu söylemişti. O günden sonra heyecanla bisiklet yolculuğunu konu alan kitabını bekledim.

Uzun uzun sohbetler, aşka biçilen kelimelerimiz ve sessizliklerimiz aynı yere çıkıyordu hep. Aradan yıllar geçti, ben Dünaydın Sevgilim’i büyük bir heyecanla kendisine gönderdim. İki müjdeyi aynı anda yaşadık. Ben ona kitabımı müjdelerken kendisi de bana “Kahire-Kızıldeniz Bir Bisiklet Yolculuğu” adlı kitabının çıkmak üzere olduğunu müjdeledi.

Kitabı okumaya kurşun kalemim ile birlikte başladım. Altı çizilecek, not edilecek onlarca şey vardı.

Kitap: Nil Kıyısında – Lüksor – Kızıldeniz olmak üzere üç temel bölüm üzerine oturtulmuş toplamda on parçadan oluşuyor. Bunlar:

Bir: Her yer her yer kadar ilginç.
İki: Yeniaynıkentler.
Üç: Bisiklet Üzerinde.
Dört: Tarihi Eserler.
Beş: Paket Servisi.
Altı: Karmaşanın Tanıkları Firavunlar
Yedi: Engellenen Seyahat
Sekiz: Son Durak Kızıldeniz
Dokuz: Çölde Hayatlar
On: Yolculuğun Sonuna Doğru.

Favori bölümüm kesinlikle “Karmaşanın Tanıkları Firavunlar”

Hemen hemen her parça Eski Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan alıntılar ile başlıyor.

“Günümüze geldiğimizde yüzyılların erişilemeyen sırlarına sahip bu anıt mezarları, boyunlarını bükmüş halde buluyoruz. Özellikle de yüz kırk metreyi aşkın boyuyla en büyükleri olan Keops Piramidi, gökdelen binaların ardında kaybolmuş durumda.” kitabın başlarında bulunan bu cümle bana “Mısırı kesinlikle görmeliyim!” dedirtti.

Sibel Buğdaycı “Oysa benim işim hayatın ve karmaşanın ortasına dalmaktan başka bir şey değil.” diyor.

Eğer yolculuğa merakınız varsa ve bu merakınızı usta bir kalemden okumak istiyorsanız öncelikle sahafların kapısını çalıp “Sakin ol! Her şey Mümkün” adlı kitabı sorun.

Kahire-Kızıldeniz Bir Bisiklet Yolculuğu alınıp okunası, arşivde saklanası bir kitap.

Tarih kokan o harikulade toprakları gezmiş kadar oluyorsunuz fakat içinizde her zaman için “gitmeliyim” isteği kıpırdaşıyor.

Sibel Buğdaycı’ya Not: İki kitabım da imza bekliyor.

Artı ve eksilerimle.

mirfanK’11

Blog

Gülsel Ceren Güneş: Karakalem

gülsel ceren güneş-karakalem

“…” yükü ne kadar fazlaysa o kadar yavaş gider ya insan “…”
-gcg-
Bir avuç kitap Karakalem fakat içerisinde dünya yükü taşıyor.
Gülsel Ceren Güneş’in –Bir avuç insana ve Hakan Ulutaş’a- diye başladığı Karakalem son zamanlarda dudak bükerek okuduğum, çoğu cümlenin ardından kitabı kapatıp gökyüzüne baktığım nadir kitaplardan.
ZDC Yayıncılık tarafından çıkarılan Karakalem yayınevinin ikinci kitabı. Kitabın içerisinde hediye olarak gelen ayraç ise hayallerimin dizaynına sahip. Hatta Karakalem ile birlikte aldığım Hemingway’e Karakalem’de rastlamak mükemmel bir his!
Kitap 9 bölümden oluşuyor:
1-) Karakalem
2-) Teksas’ta İhtiras
3-) Günaydın Anne
4-) Aşkın Palyaço Hali
5-) Zehirli Maymunlar
6-) Mercan Balığı ile Kabuklu Parazit
7-) Saatler Damlarken
8.) Kapının Önü
9-) Gri’nin Siyahı, Siyah’ın Beyazı
Her öykünün bıraktığı tat ayrı. Şayet yüreğinizde başka bir anne sevgisi besliyorsanız gözyaşlarınız bu kitabın sayfalarıyla tanışabilir. Ders arasında okuduğum “Günaydın Anne” adlı öykü bir sonraki derse kızarık gözlerle girmeme neden oldu.
“…” Ayrıldığımız gün hamile kalan kadınların çocukları şimdilerde kreşe gidiyor olmalıydı. Aşkını çekiçle kırdığımdan beri görüşmemiştik “…”

Altını çizdiğim onlarca cümleden yalnızca birisi bu. Bugün tek solukta harika betimlemelerle süslü bir kitap okudum. Üstelik bu Gülsel Ceren Güneş’in ilk kitabı.
Şahsım adına önümüzdeki dönemlerde böylesi bir kalemi okuyacağım için çok mutluyum.
Kitap 82 sayfa artı samimi bir teşekkür yazısından oluşuyor. Türü: Öykü.
Üzerine sayfalar dolusu şey yazılabilecek kitabı buradan temin edebilir, en yakın kitabevine sipariş vererek alabilirsiniz.

Alınmalı, okunmalı.

Teşekkürler Gülsel Ceren Güneş!


artı ve eksilerimle.
mirfanK’11
Blog

Kara Kışsın Erzurum

erzurum

“Doğuştan ağzı dumanlıdır Dadaşın / burnundan solur ayazı,
Başı önünde yürür / kara yazılıdır alnındaki yazı.”

giyin Erzurum, sıkı giyin;
kara, bahtımı bulmaya gidiyoruz.

sanki açsam kulaklarımı şu pembe geceye,
kar tanelerinin deldiği yaprakları duyacağım gibi
ama
üşürüm / duyamam.

gök yağmayı bıraksa, toplasa bulutlarını sessizce uzaklaşsa
tutarsın yıldızları oturduğun yerden, saklarsın avucunda / bilirim
ama
uzanamam / tutamam.

sadece adımları ses çıkaran yiğitler var sokaklarda;
vakit geç olmuş, hava soğumuş.
hızlı hızlı yürüyor yiğitler,
durdurup sorsan
“gözlerimde titriyor yârin gözleri / onu donduruyorum” der.
ayaz kokan gözleri yine yâri söyler,
bulduğu ilk sıcakta yâri nemli yanaklarına / gamzelerine emanet eder.

sis çöker,
göz gözü görmez ama
yürek bilir yüreği.

Erzurum senden önce uyanır,
tüm renkleri beyaza boyar; gelinliğiyle karşılar adamı,
gökyüzü maviye koştuğunda
terler avuçları adamın.

ve kim bilir belki de en büyük denizdir
uzun zamandır ağlamayan Erzurum’un
kar taneleri.

Fotoğraf: İrfan Kurudirek

mirfanK’11

Blog

Batikon

ölümcül miras

yara
sen kanadıkça
duruyor orada.

sen öylece durursan
orada,
kimse söylemez
yara.

mirfanK’11

Blog

Kışa Selam

karın altından bildirenler

“Hava şu an –20 derece. Hızlı adımlarla yürüyüp gözlerimden akan O’nu dondurmak istiyorum.”

Ortalık dağınık biraz.
Kış zamansız geldi. Aslında soğuğu hissettirmesini anlıyorum, ortalıkta pek kar yok, eh hazır topraklar göz önündeyken ben şu cesetleri gömüp geleyim ha? Öyle şaşkın şaşkın bakma. Bunlar olağan şeyler.

. . .

Yarın akşam gel bana.
Mutlaka bekliyorum bak. Kar yağışı bekleniyormuş. Arka odadan denizi izleriz ama sen gelmezsen olmaz, kar yalnız yağar, yanlış yağar.

. . .

Kış,
Hoşgeldin.
Hadi, sarıl! Üşüyorum.

Hikaye: –sokur-

mirfanK’11

Blog

Kuşaktan Kuşağa: Dedemin İnsanları

dedemin insanları

Giriş: Film hakkında bilgi içerir.

“Neden?” sorusunun gizemiyle başladı Dedemin İnsanları
Aslında aynı düşünce yüküyle kendi hayatımı sorgularken Çağan Irmak’ın fimlerinde bunu yapmamam gerektiğini “tekerlemeler” kısmında attığım kahkaha ile anladım.

Ege kültürü ve o zamanın adetleri çok iyi çalışılmış bence. Öyle ki o zamanlarda konuşulan ağız dâhi mükemmel.

Öte yandan o dönemin çocukları için “karne” ve “yaz tatili” kavramlarının ne demek olduğu filmin başında da belirtilen –yaşanmışlığı- inceden inceye sunuyor izleyiciye. O dönemde yapılan esnaflık, dükkanın kilitlenmemesi, sandalyenin kapıya ters bırakılıp rahatlıkla uzaklara gidilmesi o zamanın esnaflığının ne kadar harikulade olduğunu ve ne yazık ki o zamanlarda kaldığını gözümüze sokuyor.

Çetin Tekindor çocukluğunu anlatırken Ozan’ın (Durukan Çelikkaya) kaçamak bakışları, o kuşağın yaşadıklarını anlamaya çalıştığını yansıttı. Çetin Tekindor’un (Mehmet) o topraklara duyduğu özlemi, aile fotoğraflarını, evini anlatırken büründüğü hava beni oldukça etkiledi. Çocukluk evinin ilerisinde bulunan tavernayı anlatırken alttan Mabel Matiz – Morinin Meyhanesi veya Hercai Menekşe çalabilirdi. Çünkü göç sırasında öz kardeşini kaybeden Mehmet ve evlat acısı yaşayan ailenin hastalığın yayılmaması için ölen Mustafa’yı ege’ye bırakmaları bana “Şimdi yakanızda bir hercai menekşe olsam / rakınızın beyazında şöyle bir kaybolsam / dökülür mü ciğerinizden o denizin taşları / üzülüp yaşarırken siz ben sararıp solsam.” nakaratını söyletti.

Mehmet Dede ağzı mantarlı şişeler içinde evinde yaşayanlara mektuplar gönderdi “bi’ umut”. Ozan’a da sevdirdi bunu.

Radyo Voyage’da dinleyip hayran kaldığım ve Haziran 2011’de ilk kitabım olan Dünaydın Sevgilim’in imza gününde arka fonda çaldığım Cyrstal GayleSomebody Loves You adlı muhteşem eseri filmde dinlemek gözlerimi doldurdu.

Hümeyra (Peruzat) rolü ile yine ayakta alkışlattı kendini. Devletin o yılları için Çetin Tekindor’un (Mehmet) “timsah gibi kendi yavrularımızı yediriyor” yorumu nokta atışı oldu. O yıllarda çekilen acıların, sorguya giden birisinin geri dönmesinin ne kadar zor olduğunun bu denli iyi anlatılacağını ummazdım. İyi anlamda yanıldım.

Kâh sevinçten bağrımıza bastığımız kâh nefretle boğmak istediğimiz Ozan (Durukan Çelikkaya) iki kuşağın arasında kalan bir çocuğun yaşantısını anlattı. Ailesi tarafından her istediği yerine getirilen, sürekli el üstünde tutulan, dede tarafından öldüğü kardeşine benzetildiği için daha da fazla sevilen Ozan boş konuşmasıyla, patavatsızlığıyla bazen saç baş yoldurdu. Ama ne denmişti:

“Kimse kimsenin yerine ölmez, bilakis doğar.”

Dedemin İnsanları’nda –umut- bazen bir çocuğun iki dudağının arasında, bazen kayaya vurduğu bir şişenin içinde bitiyor.

Ozan’ın kendi kuşağında kalması için Dede’nin arkadaşlarını toplaması, önlerine sunulan ege kahvaltısı benim dikkatimi çeken başka bir nokta.

Diğer bir nokta ise kefenini almaya gelen o teyze. O zamanlarda insanların çoğunlukla meyhane çıkışında veya trafik kazasında değil de kendi ecelleri ile öldüklerini varsaymak mümkün. İnsanlar ölümün yaklaştığını hissettiğinde kimseye muhtaç olmamak adına kendi ölüm bohçalarını kendileri alıyormuş. Yine tam hüzünleneceğimiz sırada Ozan’ın çırak arkadaşına “Bu pamukla ne yapılıyor biliyor musun?” diye sorması tüm o kasvetli havayı dağıttı.

Çağan Irmak 1923 mübadelesini ve 80 darbesini en saf, en gerçekçi haliyle anlatıyor bu filminde. Darbe sonrası her yere üşüşen fırsatçı yöneticilere de taşını atmadan geçmiyor tabii. 

“Onlar bizim insanımız..”

Günümüz için sürekli tekrarlanması gereken bir şey.
Evet, iyi insanlarla doluydu bir zamanlar bu topraklar. Ama çoğu “güzel atlarına binip gittiler.”

Mehmet Dede’de şerefle yaşamanın ne demek olduğunu anlattı. Eskilerin iftirayı bile kaldıramadığını iliştirdi beynimize. “Ülken senin ailen..” dedi ama kendisi ülkesini bırakıp kardeşinin yanına, Ege’ye gitti.

Ozan büyüdü, dedesinin büyüdüğü eve gitti, fotoğrafları aldı eline ve aynı yöntemle mektup gönderdi Ege’ye. Türk – Yunan dostluğunu iliklerime kadar hissettim ve bu filmin Yunanistan’da da gösterime girmesini deli gibi istedim.

Velhasıl düştüğüm yerden kaldırdı beni Çağan Irmak.
Ve Ouzo mutlaka bu filmin üzerine içilmeli! Gidin, bulun ve için!

İçi buram buram ege kokan bu duygu balonuna tam tepemdeyken iğneyi batıran Çağan Irmak’a sonsuz teşekkürler.

Artı ve eksilerimle.

mirfanK’11

Blog

Işıklı

eskinin gözleri,
başkasının feneriymiş meğer.
açlıktan ağzı kokan sinek misali
ışığa aldanmışız / yanmışız.

kahveye çalan gözler
ömürden çalmış meğer.
eskiyen yalnızca bakışlar değil
zuladaki sevdalıkmış / sevdiysen eğer.

fotoğraf: Murathan Özbek

mirfanK’11
Blog

Yerden Gizli

engel

yerden gizli,
düşlerden habersiz taşıyamam seni.
uzağımda damlasan da,
hepi topu bir yudum olsan da,
uzanamam / dokunamam.

mirfanK’11

Blog

Mutsuzken Konuşma

26.11.2011 – Cumartesi
00:13 / -22’C / Erzurum.



Nefes alınca burun deliklerim birbirine yapışıyor, korkuyorum donmaktan. Ayaz gözlerimi yakıyor, kıstım gözlerimi etrafı izliyorum. Sokak lambalarının altından geçtiğimde gözlerimde kristallenen turuncu ışıkları yine yokluğunla atıyorum. Şimdi iplerin bende gibi, gözlerimden akan seni biraz daha hızlı yürüyerek dondurabilirim. Tahminen gamzelerimin altında bir yerde donup kalırsın, hadi yine iyisin, seversin gamzelerimi.

Aslında daha güzeli ne biliyor musun? Sıcak bir yere girdiğimde yanaklarımdan boynuma süzüleceksin, sonra tenimde kaybolacaksın. Bunu hayal ederken titriyor sesim. Bu normal mi?

Gördüğüm her kuş için bir şiir okuyorum,  içimden onlar için uçmak geliyor fakat yapamıyorum. Onları omuzuna konan kelebeğe benzetiyorum, sözün özü seni yaşatmak istiyorum. Kelebek kanatlarını çırpıp uçtuğunda omzuna konan tozlar için bir bahçe yaptım okulun orada, çiçeklere bakıyorum, kelebeği bekliyorum, seni seviyorum, bakma aslında bunlar da rutine bindi.

İçime kök saldı bu ayaksız halin. Hiç gitmeyecekmiş gibi çiçekler açtın, onlarla konuştun, güneşe çevirdin. Eh, bunlar karşılığında da tarifsiz bir şekilde sevildin. Biliyorum, çok kıskandı yüreğimin ortasında açan çiçekler, kıskansınlar, sevildin.

Bu kadar çok sevilmen sana ayak oldu, sana gidiş oldu bilirim,
İçimde adına estirdiğim her rüzgar gözünü dışarı taşıdı,
Git,
Ben yine kök salmamış her periyi sen sanacağım, her kelebeği yüreğine saracağım.

Git..

Çizim: jhd

mirfanK’11